Büyükada/m

Yarım asırlık ömrünü ve çantasını yanından ayırmayan kadın, vapura adımını attığında, yedi yaşında bir kız çocuğu oluvermişti.

Babasının eline sıkıca yapışmış ilk deniz yolculuğunda, bilmediği bir adayı keşfe doğru yol almanın heyecanı gizlemeye çalışıyordu.

Babasının onu cam kenarına oturtmak için yer kapma telaşı gülünçtü. Martıların simit uğruna gökyüzünde halden hale girmesi, şevkle kıvrılmasıysa görsel şölen. Nasıl oluyor da her ayrıntıyı hatırlıyordu? Hatırlamak istemedikleri bile, falcı bacıların yanar dönerli cam fanusundan izler gibi -güya-geleceği, çocukluğu gözlerinin önündeydi.  

O gün karşı koltukta oturan genç hanım, ona poğaça uzatacak ama o babasının koluyla ‘alabilirsin’ dürtmesine rağmen, almayacaktı. Çünkü yabancılardan hiç bir şey alınmamalıydı. Anneler izin vermedikçe, babalar -hadi al- dese de alamazdı küçük kızlar genç ve şık hanımların ev yapımı nefis poğaçalarını. 

Denize dalmıştı şimdi. Vapurun denizi köpürte köpürte yol alması, merdaneli makinelerde yıkanan çamaşırları izlemek gibiydi. Ha bir de yeni tanıştığı televizyonun en sevdiği reklam cıngılını hatırlatmıştı ” mintaxla canım mintaxla.” Belki de sabun döküyorlardı denize.

Vapurdaki bebeğin ağlamasıyla dikkati yolculara yönelmişti. Pala bıyıklı kasketli adam korkutucuydu, gayri ihtiyari babasına sokuldu. O kadar yüksek topuklu ayakkabıları nasıl giyiyordu kadınlar? Annesi hiç giymezdi. Poğaça da yapamazdı gerçi ama güzel pilav yapardı.

Babası yine koluyla dürtmüş denizi işaret etmişti-asıl manzara dışarda-demekti bu. Denize bakmasıyla yunusların intizamlı halde vapurla cilveleşmesini görmesi bir oldu. Yunusları görmek için vapurun camlarına üşüşmüş büyükler komikti. Yeterince dikkat çektiklerini düşünen  ve denizden hızla yükselen, döne döne sulara gömülen, yolcuların coşkularına cevaben gösterilerine yeni figürler ekleyen yunuslarsa fazlasıyla karizmatik. Balıkların en güler yüzlüsü yunuslar karaya vapur karaya yaklaştıkça uazaklaştı onlardan. El salladı içinden küçük kız -güle güle mutlu balıklar, güle güle.

Vapur limana ulaştı. Meydanda çok oyalanmadılar, gecikirlerse Pakize hala demediğini brakmazdı. Yokuş yukarı epey yürüdüler, sevmezdi babası yokuşları, sağ omuzu düşerdi hemen. Kolunun altına girip, sağ yanında baston olmak istedi küçük kız, boyu yetmedi. 

Pakize halanın küçük, sevimli evinin merdivenlerini tırmanırken mimozaların sardığı trabzanlara tutunmuştu. Pakize sultan kapıda karşılamıştı onları. Limanı gören balkonda derinleşen sohbeti duymuyordu küçük kız. O hala denize yoğunlaşmış, kendisine süripriz yapacaklarını düşündüğü yunusları görmeyi umuyordu. Babası yine dürtmüştü kolunu -hadi, gitme vakti geldi- demekti bu.

Faytonların yanına geldiklerinde, önceki yaz büyük dayısıyla at binmesi gelmişti aklına. Bir canlının kalp atışlarını ayak uçlarında hissetmişti. Altlar canlıydı ve insanlara izin veriyorlardı, sırtlarına atlayıp, gezinmeleri için. Atlar ne kadar büyük, soylu ve şefkatliydi. 

Babası tur için pazarlık yaparken, faytona boyundurukla sabitlenmiş yaşlı yorgun at ile göz göze geldi. Yaşlı, yorgun, soylu ve şefkatli at. Gözlerinde yılların izi, ayağını yere vuruyordu sürekli. Faytona bindiklerinde de uzun süre atı düşündü küçük kız. Yol güzergâhında rehberin anlattıklarını dinlese de, babasının sesinden hatırlıyordu adanın güzelliklerini.

Mavi gözlü jönü, babası için çok özeldi Büyükada. 
İlk gençlik yıllarında, çalışmaya gelirmiş. Çalıştığı otelde Çolpan İlhan'ın başrolde oynayacağı bir film çekimi için toplantılar yapılıyormuş. Karakter seçimlerinde babasının da seçmelere girmesi için çok ısrar etmiş Çolpan hanım. Babam -üç çocuğum var, gecesi gündüzü belli olmayan bir iş bu, yapamam Çolpan hanım- demiş. Kendisini bildi bileli babasından defaatle dinlediği bu hatırayı düşünürken, yaşlı atın şahlanışıyla sarsılmıştı fayton. Babasının kolları olmasa düşerdi belki de. 
Faytoncu -abi siz az dinlenin, hayvanın neyi var ben bi bakam- diyerek atını yoklamaya gitmişti.  Bu plansız mola baba kız için bulunmaz nimetti. Denizi karşılarına alıp, ağaçların arasında kayalara vuran dalga seslerini dinlemişlerdi.
-Toynağa raptiye batmış yahu, nerden geldiyse meret?-

Ada turu bittiğinde yokuş aşağı inerken, Pakize teyzenin çaylı kekinin kokusu gelmişti burnuna. Balık yedikleri lokanta değişmişti ama babasının dondurma aldığı pastane de hala aynıydı. Faytona binmemişti bu defa. 

Çocukluk tuhaftı. Keşfettiklerini fethetmiş gibi hissettiriyor, sahiplendiriyordu anılarından oluşan mekanları. 

Kaldı ki mekanlar ne kadar heybetli ve unutulmaz olursa olsun, anılar insanlardan oluşmaz mıydı?

Vapura bindi, dönüp Büyükada’ ya baktı bir kez daha,  babası limandan el sallıyordu ona.
Dilek Erdem







Babama ve babalığın manasına eren bütün babalara hürmetle...






Yorumlar

  1. Temiz bir pencereden hayatı ölçüp tartmanın bir anı,
    Kalem evvelki zamanlara tercüman olurken
    Kalemi tutan elin duruşu asil

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ergenus Cumhuriyeti